Pages

28 Ocak 2017 Cumartesi

Furkan Dündar

Yarıyıl matematik proje ödevi.


MİNİATÜRK


Antik Çağ’dan Roma’ya ve Bizans’a, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya değin bu topraklarda hüküm sürmüş ve iz bırakmış her medeniyetin kültürlerinden günümüze kalan zengin mimari mirası bir araya getiren Miniatürk, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından 02 Mayıs 2003 tarihinde tamamlanarak Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan tarafından ziyarete açıldı.
‘Büyük Ülkenin Küçük Bir Modeli’ sloganıyla yola çıkan Miniatürk, “Türkiye’nin Vitrini” oldu. 
Miniatürk’te, binlerce tarihi eser arasından, bilinirliğine, dönemini temsil yeteneğine göre Türkiye ve Osmanlı coğrafyasından seçilen 61 eser İstanbul’dan, 58 eser Anadolu’dan ve 12 eser bugün Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı coğrafyasından olmak üzere 131 mimari eserin, 1/25 oranına küçültülmüş minyatür modellerine yer verildi.
Eserlerin yanındaki sesli rehberlik sistemi de ilk kez Miniaturk’te uygulanıyor. Sistem, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Arapça, Farsça, Japonca ve İspanyolca olmak üzere dokuz farklı dilde bilgi veriyor.
Miniatürk’ün toplam alanı 60.000 metrekaredir. Maketlerin yer aldığı 15.000 metrekarelik alanın yanı sıra Panorama Zafer Müzesi ve Kristal İstanbul Müzeleri, 180 araçlık otopark, restoran, kafeterya, hediyelik eşya, sergi salonu, açık hava gösteri alanı, çocuk oyun parkı, feribot, kumandalı tekne, gezi treni, masal ağacı, olimpiyat stadı 4 büyükler, satranç ve labirent alanı, Türkiye-İstanbul Simulasyon Helikopter turu ile dev bir kompleks olan Miniatürk’te ziyaretçilerin hoşça vakit geçirmesi, eğlenirken öğrenmesi için gerekli her şey düşünülmüş.

GALATA KULESİ 
Galata kulesi İstanbul ilinin galata semtinde bulunan ve şehrin en görkemli sembollerinden biri olan 528 yılında inşa edilmiş bir kuledir. Galata kulesi dünyanın sayılı en eski kulelerinden biridir. Bizans imparatoru Anastasius tarafından 528 yılında fener kulesi adıyla inşa ettirilmiştir. 
1204 yılında ki çok büyük hasara uğramış olan kule daha sonra 1348 yılında " İsa Kulesi " adıyla yığma taşlardan yapılarak Cenevizliler tarafından yeniden yapılmıştır. 1348 yılında ise yeniden inşaatı bitmiş ve kentin en büyük binası olmuştur. Galata kulesi 1445-1446 yılları arasında inşa edilerek tekrar yükseltilmiştir. Galata kulesi Türklerin eline geçtikten sonra her geçen yüzyıl yenilenmiş ve tadilat, bakımı yapılmıştır. 16. yüz yılda Kasımpaşa da tersanelerde çalıştırılan Hristiyan savaş esirlerini burada da yatırmışlardır. Sultan III. Murat'ın emriyle burada müneccim ( geleceği gören kişi ) Takiyüddin tarafından bir rasathane ( astroloji gözlem evi ) kurulmuş fakat kısa süre sonra kapatılmıştır.

17. yüz yılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hazarfen Ahmet Çelebi ok meydanında uçuş eğitimleri yaparak tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takmış ve 1638 yılında Galata kulesinden atlayıp uçmuştur.

Bu uçuş Avrupa da büyük ilgi görmüştür. 1717 yılında galata kulesi yangın gözlem evi olarak kullanılmıştır. Fakat III. Selim döneminde çıkan bir yangından dolayı galata kulesinin büyük bölümü yanmıştır.  Yangından sonra onarılan kule 1831 yılında çıkan başka bir yangınla yine hasar görmüş ve onarılmıştır. 1875 yılında fırtına da devrilmiş ve 1965 yılından onarıma başlanıp 167 yılında bitirilerek galata kulesi bugünkü görünümünü elde etmiştir. Galata kulesinin derinliğinde bulunan çukurların altında birçok kafatası ve kemik bulunmuştur. Orta boşlukta bulunan bodrum zindan olarak kullanılmış ve bazı intihar olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur.6 Haziran 1973 günü ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşında ki oğlu Vedat galata kulesinden atlayarak intihar etmiştir. Ünlü şair bunun üzerine galata kulesiyle ilgili şiir yazmıştır. Bu şiirle beraber Galata kulesi konulu en uzun şiir 2009 yılında Aydın Meriç tarafından yazılmıştır.





Devamını oku ...

25 Mart 2013 Pazartesi

ABİSİNE


Kardeşimden bana....


Sensizliği düşündüm de bir an 
Elimden tutan sen olursun yine de son an 
Nerede olsam gelirsin biliyorum 
İnan seni tüm kalbimle sewiyorum 

Senin kokunu duyduğum zaman 
Eser sanki kalbime buram buram 
Verdiğin en güzel öğüttür 
İnsan gözünden belli olur 
Yenildim bazen yalan sözlere 
Omzunda ağladım hep yine de seninle 
Rüyalarımda bile ağlardım sensizlikte 
Unutamam asla o günleri 
Mewlam'dan hep dilemiştim senin gözlerini 

Canımdaki canımsın 
Aldığım nefesim ,damarımdaki kanımsın
Niye sensiz olmaz diye düşündüm de
Issız bir ada gibi kalırdım ortalık yerde
Merhem gibi tüm acılarıma sözlerin de

Atan ikinci kalbimsin 
Birdir gönlümdeki yerin 
İlk elimden tutan sen oldun hep 
Canıma can kattın sewerek 
İstemem asla sensizliği 
Mutluluğu yaşattığın için sewerim seni 


Devamını oku ...

6 Mart 2013 Çarşamba

EBRU





Evrenin tam ortasında bir gül oldu
Baharın mis kokusu gibi hayatım oldu.
Renksiz hayatıma renk oldu
Uzaklar bile onun sayesinde yakın oldu.

Dün gibi hatırlarım doğduğu günü.
Ürkek bir çocuk gibi yürüdüğü ilk günü
Nasıl unuturum ilk abi dediği günü
Dünyama aydınlık geldi neşeli gözleriyle
Artık mutlu oluyorum onun güzel sözleriyle
Rabbim hayatımdan onu eksik etmesin güzelliğiyle.

Devamını oku ...

27 Şubat 2013 Çarşamba

EĞİTİLMEMİŞ SİSTEM

                Ne kadar bilinçli bir şekilde eğitim ve öğretim hayatımızı tamamlıyoruz anlatamam; çünkü anlatmaya kalksam ne kelimeler yeter, ne sayfalar sanırım. Ucundan azıcık değinsem yeterli olacak sanırım. Yoksa ooo…
                O kadar güzel oturmuş bir eğitim sistemimiz var ki, 50 yıldır aynı düzende, güzelce işleyen, öğretim yapısının tamamen oturduğu bir sistemimiz var demeyi, ne çok isterdim anlatamam. Ama bırakın 50 yılı, yanından bir sıfır atalım 5 yıl sabit duramıyoruz. 
Bugün yattık uyuduk, biz rüyalarımızda öcü görüp korkarak uyanırız ve bunun karabasan olduğunu düşünürüz. Tamam, biz rüya gördük korktuk diyelim, elimizden bişey gelmiyor, korku geçiyor, gidiyor;  ama adamlar rüyalarında çok güzel bir bahçe görüyorlar, her yer yemyeşil, masmavi gökyüzü, şarıl şarıl akan şelalenin göle biriktirdiği su ve o eşsiz manzara... Kuşlar ötüyor, börtü böcek geziniyor, derken bahçesinde neşe ile dolaşıp otlayan 4 tane inek görüyor. Aaa! Orada, ineklerin arkasında 4 tane de kuzu var. Onların arkasında da 4 tane küçücük tavuklar var, ne güzel.  Sabah uyandık, ne güzel rüyaydı ya deyip her şeyi hayra yorup sistemi 4+4+4 olarak var sen değiştir, o gördüğünüz  12 hayvana göre mi değiştirdiniz ki sistemi, anlatamam…
Ertesi  gün yattık mı yine  korkarak kalkarız. Onlar yine hayal dünyasında geziniyor, aynı rüya dizisini görüyor. Aaa ne güzel rüyaydı bütün hayvanlar serbest geziyorlardı. İstediği gibi özgürdüler. Eee ne yapalım o zaman öğrencilerin hepsi özgür olsun, sistemi değiştirelim, kıyafet serbest olsun. Ne güzel dünyada yaşıyoruz anlatamam.
Biz bu değişen sistemle yaşamayı öğrendik artık demeyi  ne çok isterdim ki, her gün başka bir değişiklik gelecek mi, gelmeyecek mi korkusu var. Evet biz de okuduk bir  yerlere geldik çalışıyoruz. Ama bu zaman diliminde ne kadar sistem değişti, ooo!
Ben bugüne kadar çok sistem değiştiğini gördüm sanırım. İlk olarak ilkokula giderken, 5. sınıfta dediler ki Anadolu Lisesi sınavları var gireceksin. Tabii ben çok biliyorum ya sınav nedir, ne değildir. Manisa’ya kadar gittik sınava girdik, çıktık. Babam girmeden tembihliyor, “Bilmediğin soruları boş bırak, işaretleme o soruyu, sonra geri dönersin, yapamazsan hiç işaretleme bırak boş kalsın…” sınava gir sen, yaptım babamın dediğini bilmediğim soruları boş bıraktım, onları işaretlemedim,  sonra geri döndüm o sorulara, yine yapamadım. Sonuç yarısından fazlası soruların boş, bu kadar saçma sınav mı olur yarısından fazlası boş mu olur, dedim ,verdim kendimi sallamaya hepsini yaptım. Babam dediklerini yapıp yapmadığımı soruyor ,ben de ‘’ yaptım , yaptım ‘’diyorum tabi ki. Bir kaç ay sonra sonuçlar geliyor, baba elinde bir kağıt ‘’ Hani oğlum bu ne’’  diye çekişiyor. Sorular yanlış, netice 3 yanlışta 1 doğru götürse, ooo eksilere doğru yolumuz var.
Ben suçlu muyum o zaman? Belki suçluyum ; ama ben sınava göre yetişip çalışmadım ki ilkokulda. Şansıma ilkokuldan sonra sistem değişti. Sınav dediler ki, 8. sınıftan sonra. Biz o sınava iki kez girme şansına erişenlerdeniz, ki kendimizi seçilmiş öğrenciler sanıyoruz. Değişen çok bir şey olmadı. O arada sistem 8 yıllık eğitime döndü. Sonra lise zorunlu oldu, ben Anadolu Lisesi’nde iken. Sonra liselerin hepsi Anadolu Lisesi oldu, hepsi 4 yıla döndü. Yok ya bu da olmadı sanırım, biz 4+4+4 yapalım, 5 3 4 ne be, herkes defansta, orta saha boş kaldı ,bu böyle olmaz dercesine.
Birde sınav sistemleri de çok değişti, en son nereye girmek için ne sınavı yapılıyor bilmiyorum açıkçası. Yok efendim her sene sınav yapalım ortalamasına göre yerleştirelim. Okuldaki  sınav katsayısını kaldıralım mı, kaldırmayalım mı? Hadi kaldıralım o zaman. Yok öyle olmaz efendim benim rüyam daha güzeldi, bak böyle yapalım. Aaa ölümü görün, durun, bak ben anlatayım, ben o kadar güzel rüya gördüm ki, bunu yaparsak tüm çocuklar okur ve çok başarılı olurlar. Sonuç rüyalar tabi tersine çıkıyor.
Bütün aileler korkuyor  tabii artık benim çocuğum ne olacak, nasıl olacak? O yüzden başlanıyor ufacık yaşta çocuğa bilgi aşılamaya: onu öğren oğlum, kızım, şunu da öğren oğlum, kızım, aaa bunu da öğren, çok çalış… Çocuklar stres içinde yetişiyorlar. Ben  sınav kaygısını sanırım ilk, liseye girerken Anadolu Lisesi sınavı mıydı neydi, ona girerken idi sanırım,yaşadım; ama şimdi öyle mi? Çocuk ilk okulda yarın sınavım var, diyor  yahu. Dur oğlum, sen daha çocuksun git biraz dışarıda oyun oyna, kendine gel ,ne sınavı? demek isterdik; ama yok, o da olmuyor, çocuğu dışarıya bırakamıyorsunuz malum. En azından bırakın oynasın diyeceksin ;ama ona da mı vakit var sanki.
Ortada bir çocuk var ve bu çocuk deney faresi misali yetiştirilme çabası içinde. Anne baba şüpheli tabi, ne olacak benim çocuğum derken ufaktan aşılama başlıyor bir şeyler olsun, okusun diye. Yavrum oku, oku adam ol, doktor ol, avukat ol, hakim ol… Tabii bunlar ailenin istediği. Sonra araya sistem giriyor. Çocuk bakıyor sistemden de bir şey anlamıyor. Her yerden ,çok çalış, lafı geliyor. Sistem sayesinde çalışıyor, anne baba sayesinde bölüm seçiyor, sistemin ve ailenin karışımından ortaya çıkan bilinçsizce rotada giden bireyler meydana geliyor.
Doktor hanım dediğin aslında doktor olmak istemeyen birisi, avukat bey, hakim bey dediğin aslında orada olmak istemiyor, hocam, öğretmenim dediğin insan aslında belki öğretmek değildi hayatı… Sonra bana yanlış ilaç verdiler öldüm, yanlış karar verildi, ben suçlu değilim, öğretmenim neden böyle, öyle olduğu için öyle yavrum diyen nesilleriz. Kendi görevlerini severek yapanları tenzih ederim. Ufak yaştan insana bunları aşılarsan olacaklar bunlardır, yanlış yanlışı getirir.
Çok basit ve absürt  birkaç örnek vereyim.  Çocuk çok yüksek puan aldı diye tıpa gidiyor. 2 sene okurken ben bu bölümü okumayacağım diyor, sınava giriyor. Sonra çok yüksek puan alıyor. Tabii tercih edecek yer bulamıyor, daha iyi bir üniversitede tıp bölümüne geçiyor. 2 sene sonra yok ya ben okuyamam diyor. Bir daha sınava giriyor. Yine yüksek  puan yine tıp. Tabii yine okuyamayacağım deyip son kez sınava giriyor ve çok yüksek puan alıp sevgilisi ile aynı yerde okumak için onun bölümünü seçiyor, gidiyor , sınıf öğretmenliği okuyor. Sadece bir kişi kaç kişinin de hayatına taş koymuş olabilir? 3 defa aynı bölümü kazanıp okumayan birisi var ve netice de sınıf öğretmeni oluyor. Orada okuyup belki vatana millete faydalı olabilecek 3 kişinin önüne de geçmiş, onların geride kalmasına neden  olmuş olabilir. Ayrıca da sistem sayesinde bir insanın ne kadar çaresiz yol çizdiğinin de göstergesidir bu.
Hadi deneyler, sonuçlar ,neticeler bir  yerde kalsın da;  bu zamana kadar öğrendiğimiz neler aklımızda kalıyor, neler hayatımızda işe yarıyor? İş hayatımızda hangilerini kullanıyoruz? Ben iki şey kullanıyorum sanırım:  birincisi okuma- yazma, ikincisi toplama- çıkarma. Geriye kalan hiçbir şey ne aklımda , ne de biliyorum sanırım.  İleride bu nesilden gelenlerin de meslek hayatına atıldıklarında bunlardan başkasını kullanacaklarını sanmıyorum.  Meslek hayatında lazım olan şeyler sadece üniversitede öğrendiğin bazı dersler olacaktır. Orada  öğrendiklerinin yarısı da boş.
Açık ve net bir şekilde söylüyorum. Okuyup, ders çalışmayı çok seven birisi değilim. Hatta hiç sevmem de, çalışmam da, içimde yok bir defa. Çünkü ilgimi çeken bir ders yok. Coğrafya sevmem, resim sevmem, matematik sevmem… Bunları  da zorla çalışıp aklıma koyamam ya!  İlk başlarda anlattığım gibi yanlış sayım, doğru sayımdan fazla olan sınavlara girdim; çünkü dersi anlamıyorum ,bana  hitap etmiyor, sevmediğim ders. O, zamanı geçiştirmek için öğrendiğimiz , zorla Kızılırmak nereden doğuyor nereden batıyor, bir havuzu 2 musluk doldururken bir musluk boşaltıyor, do- re -mi -fa, edat- tümleç… Şimdi hiç biri yok. Tarih anlattılar ,hayatımda tarihten soğudum. Üniversiteye kadar nefret ettim tarih dersinden. Şimdi kendim öğrenmeye çalışıyorum tarihi, okuyarak. 8. sınıftan sonra kaza bela nasıl oldu, kimse bilmez Anadolu Lisesi kazandım. Bir şey bilmeyen adam Anadolu Lisesi’ne giderse olacağı bir şey öğrenememek olur.  Tabii sonuç:  okuldaki nerede ise en düşük not ortalamasına sahip olacaktım. Sistem o kadar güzel ki, 50 tane okul birincimiz vardı, hepsi  5.00, ne kadar çalışmışlar anlatamam. Üniversiteye girerken çok yüksek okul puanları geldi hepsine.  Tabii bize de en düşük puan.  Çalışmayanın, okul aile birliğinde tanıdığı olmayanın, hoca  yalakası olmayanın sonucu bu oluyor. Sonuç, Bilgisayar Mühendisi olduk ,çıktık bu kadar çalışmamaya ve ekstra yardımlar olmamasına rağmen. Üniversiteyi de çalışmadan bitirdim, orası da ayrı bir mesele.
Gel gelelim sonuca orada 5.00  lık nice öğrenciler vardı. Onlar ki okulların birincileri idi, neticede bir yerlerde çalışmayanlar var. Demek ki eğitim sistemimiz çok düzenli işliyor. Ya da ortada çok karışık bir durum var. Sen zerre kadar çalışma, oyun oyna, film izle, gez toz bir yere gelebil, çalışsın, etsin, bir yere gelemesin. Sonuçta meslek hayatında ikimiz de aynı şeyleri kullanıyoruz: okuma- yazma, toplama -çıkarma. O yüzden birilerinin doğru düzgün meslek sahibi olup, ülkesinde verimli şekilde çalışıp, vatana millete katkı sağlaması için bizim ilk önce yapmamız gereken şey eğitim- öğretim sistemimizi iyice eğitip öğretmemiz gerekmektedir.






Devamını oku ...

28 Ocak 2013 Pazartesi

KARARAN KALPLER




                Hiç zıttı olmadan yaratılan bir şey var mıdır? Cennet yaratılmışken cehennem de yaratılmıştır. Mevsimler bile zıttı ile var, kış var yaz var. Bunları çoğaltmak mümkün.  Çünkü zıttı ile olmayan bir şey yok;  iyisi var,  kötüsü var, temizi var, pisi var, ateşi var, suyu var…İnsanların da  zıttı olabiliyor. İnsanların zıttı olduğu gibi insanların duygularının da zıttı olabiliyor. Ama kimse doğduğunda kötü diyemeyiz. Tertemiz doğan insan, zamanla bütün duyguları kalbine yerleştirerek kişilik kazanır.
                Yaptığı güzel şeyler her insanda beyaz bir nokta olur ve o nokta zamanla o zevki aldıkça büyüye büyüye tertemiz duygularla kaplı olabilir. Eğer kötü bir şey  yaptıysanız  her  bir nokta kalbe yerleşir ve gitgide kalbi köreltir. Sonrasında ise kalbi  kömür olana kadar devam eder,  dünyadan zevk alamaz. Sadece bunları iyilik ve kötülük diye sınırlamak olmaz. Konuştuğumuz konu insanın iyi ya da kötü olması değil, yaşadığı bütün hayat ile ilgilidir. İnsan bir hayal kurar, bir yola adım atar. Attığı adımlar taşa takılıp düştükçe umutları bir bir yıkılır, kalbi umutlara karşı kararır. Sonra umudu kalmayana kadar kömür gibi olabilir.
                Dünya üzerinde güzel olan ve yaşanacak çok güzel duygular vardır. Bütün bunlar için kalplerin kararması mümkündür. Tabii buna sadece insanın kendisi neden olmuyor. Çevrede olan bitenler de sebep oluyor. Bir iyilik yapmak kimsenin gönlünden gelmez oldu ; çünkü kimin muhtaç kimin kötü olduğunu anlayamaz olduk. Herkes bir sebepten dilenir olmuş. Dilenen insanların üstünden çıkanlara bakınca hayatımda sahip olamayacağım kadar mal varlığı çıkıyor. Dilenen başka birine bakıyorsun kadın üstünü değiştiriyor, şoförü gelip alıyor. Şoför diyorum ya şoför! Kaçımızın şoförü  vardır ki? Bindiği arabayı da tahmin edersiniz, şoför dedikten sonra.  Son model lüks bir araba ; ama kadını görseniz normalde yürüyemiyor bile dilenirken. Bunları çoğaltmak mümkün. Bundan sonra gidip de birine yardım edesiniz  gelmiyor.   
                Kalbimiz tam kararmamış ki bazen insan birini görünce temiz yüzlü, bir şeyler isterken  iç mukayese yapıyorsun hemen. Diyorsun ki bunun ihtiyacı var gibi duruyor , versem mi, vermesem mi? Bunları düşünerek giderken aynı modelde başka birini duyunca tüm hayalleriniz  gidiyor. Sizde sorun olmasa bile çevreniz kalbinize zarar veriyor, kalbinizi karartabiliyor. Bilemiyorsunuz kimin muhtaç olduğunu. Bunlar gibiler yüzünden gerçekten muhtaç olanlar yok olup gidiyor. Eğer kalp tamamen kararırsa artık dünyada yapacak hiçbir şey yok gibi gelir. İnsan her şeyi yapar. Kendinin de diğer insanların da hiç değeri   kalmamıştır. Onun yapacaklarını kestirmek imkansız. İnsan öldürmek bile ona normal gelebilir. Çünkü  ona dünya,  değeri olmayan,  değersiz bir varlık  gibi gözükür.
                Kalp tamamen kararmamış ise o küçük çatlaktan girmek, o kalbi damla damla temizlemeye çalışmak gereklidir.  Umudu yıkılan insan için her zaman bir umut olduğunu göstermek lazım. Kaybolan için her zaman bir yol bulunabileceğini göstermek lazım. Kötülük yaparak bir yere varılamayacağı gibi, iyilikten zevk alınabileceğini göstermek lazım. Kalbi karartarak yol alınamayacağını, temiz kalp ile daha güzel yollar alınacağını göstermek lazım. 
                Kimse tertemiz, pirüpak değildir;  ama her insanın temiz bir yeri vardır. Kimisi iyilik yapma konusunda çok temizdir, kimisi saygılı olma konusunda çok temizdir, kimisi cömertlik, kimisi yardım, kimisi sevgi, kimisi hoşgörü… Bunları çoğaltmak mümkün her insanın  temiz, kirlenmemiş özelliği vardır. Bunları diğer insanlara açarak onların da bu güzel yönleri görmesine vesile olmak gerekir. Kimseyi yaptığı şeylerden ötürü kınamamak gerekir. Onu o yöne iten sebeplerin yok olması için uğraşmak gerekir.  İnsana ne aşılarsan o şekilde yol alır. O yüzden var olan temiz ve güzel şeyleri paylaşmak gerekir.
                Damlaya damlaya, kocaman kıramadığımız kayalar, çatlayıp parçalanıyor. O yüzden iyilik aşılamakta ısrarcı olmak lazım. Kurumuş dağ gibi asırlık bir ağacın dibinden zamanı gelir bir fidan patlar. İşte o fidanı sulamak herkesin görevidir. Her ne olursa olsun kararan kalplere bir damla su vermeyi ihmal etmeyelim ki, o zor durumda yeşeren filizin büyümesine bir katkımız dokunsun. Allah kimsenin kalbini karartmasın.
                
Devamını oku ...

21 Ocak 2013 Pazartesi

KAĞITTAN GEMİLER


                             Hiç kağıttan gemi yaptınız mı? Çocukken öğrenilen, basit ama güzel bir eğlencedir kağıttan gemi yapmak. İlk öğrendiğinizde yaparsınız ve çok yüzeceği düşüncesi ile bir su birikintisine bırakırsınız. Sonra havuz ya da gölet, orada yüzdürmek istersiniz. Bu düşüncelerle kağıttan gemi yapıp suya bırakırsınız. İlk denemede öğrendiğiniz bir şey olur : o gemi çok yüzmez, ömrü çok uzun değildir. Her ne olursa olsun, batacağını bile bile bir daha yapıp başka yerlerde suya bırakırsınız.
                Her  yapılan kağıttan gemi mutlaka batar. Bu batan gemiler hiçbir çocuğu üzmez. “Olsun nasıl olsa bir tane daha yaparım ki! ” der ve bir daha, bir daha yapar.Hiç battıklarına üzülmeden başka başka yerlerde kağıttan gemi yapıp su birikintisine bırakırlar. En güzeli de yağmur  yağdıktan sonra kaldırımların kenarlarından akan yağmur suyuna bırakılınca olur. Çünkü en güzel orada gider, en hızlı orada yol alır.
                Yaşımız büyüdükten sonra kağıttan gemiler yaparız yine ; ama yapılan madde kağıttan değil hayalden, bırakılan yer su değil hayatın akışı olur… Her gemi, ulaşması gereken bir liman için yapılır ve hayatın akışına bırakılır. Çocukken yüzdürdüğünüz  geminin arkasından,geminin  batacağı  zamana kadar izlersiniz.Batarken bile sevinirsiniz, bir tebessümle bakarsınız arkasından. Büyüdüğünüzde öyle olmuyor işte bu durumlar. O gemi o limana ulaşsın istiyorsunuz, içine hayallerinizi koyuyorsunuz ; ama o gemi batıyor… Batarken onu izleyemiyorsunuz, zihniniz allak bullak oluyor.
                Kağıttan yapılan gemiler artık çoğaldı. Artık sadece bir limana değil, bir sürü limana ulaşması için kağıttan gemiler yapıp hayatın akışında ilerlemesini izliyoruz. Birçoğu yol alamadan suya değdiği anda batıyor. Bir sonraki gemi daha umutsuz, daha dayanıksız yapılıyor. Her batan gemi; üzüntü, keder, acı bırakıyor geride. Toparlayamıyorsunuz hayatınızı, kendinize  gelemiyorsunuz.
                Hayat bana gülsün, güzel bir işim olsun, güzel hayatım olsun, güzel evim olsun, arabam olsun… Bunlar uzayıp gidiyor, her birisi için gemi yapıyorsunuz ,sonra zamanla batmaya başlıyor  hepsi  teker  teker… Sonra hayallerinize “olsun belki diğerleri ulaşır” diye devam ediyorsunuz. Hep bir umut gemisi ile yola çıkıyorsunuz. Hep bir “olur mu acaba, ulaşır mı acaba” düşüncesi ile bırakmaya başlıyorsunuz  gemileri.
                Her  gemi  yerine ulaşamayabilir. Her zaman her istediğimiz olacak diye bir şey yok zaten. Bir sonraki  gemi yerine ulaşırsa, belki daha mutlu olabiliriz. İlk yaptığımız ama ulaşmayan gemi, hayatımızda demek ki hayırlısı değilmiş demektir. Böyle bakmak lazım olaylara.
                Batmayan gemiler ile hayata devam etmek, sıkı tutunmak lazım. Bazen bir gemi yaparsınız. Yağmurlu bir havada akan suya bırakırsınız. O gemi  yağmur altında içine su alarak, daha da çabuk tahrip olduğu halde yoluna devam eder ama batmaz, batmamak için direnir.  Hayatta yaptığınız gemilerin batmaması, direnek yol alması dileği ile herkese iyi günler.
               

Devamını oku ...

8 Ocak 2013 Salı

YARIM ELMA, GÖNÜL ALMA




                Yarım elma, gönül alma. Şöyle düşününce insan gönlü, en ufak bir iyilikle bile kazanılabilir. Yeter ki gönül almasını bilelim. İnce yaratılışlı ve akıllı kimseler bilir ki; gönül almak, hatır sormak için  küçücük bir armağan bile yeterlidir. Önemli olan, değerli armağan götürmek değil, arayıp sormaktır. Armağan küçük de olsa, gönül almaya yarar. Hatırlanıp aranmış olmak o kimse için değerlidir. Kısaca böyle açıklayabiliriz yarım elma gönül alma sözünü.
                Bu söz söylenildiğinde muhtemelen teknoloji, ya başladı ya başlayacak zamanda idi. Zamanın birinde atalarımız söylemiş, dilimize atasözü olarak girmiş ve yukarıdaki gibi benzer yorumlara açık bir sözdür. Teknoloji o kadar ilerledi ki her şey onunla başlayıp onunla biter duruma gelmiş durumda. Şimdi günüzmüzde de yarım elma gönül alma tabiri devam ediyor ama teknolojik manada.  Nasıl mı? Dünya devi olan Yarım Elma ile.
                Steve Jobs Apple’ı kurduğunda o yarım elması, hatta ısırık elmasının gerekli açıklamaları vardır. Uzun uzadıya burada yazmaya gerek yok. Ama Steve Jobs Türk olsaydı yine aynı işareti yapsaydı kesin bu atasözünden esinlenerek yapardı herhalde. Hedefi ve idealleri gönülleri fethetmek olsa, kesin bu atasözünden esinlenip o işareti yapar ve amacına ulaşmış olurdu. Şuanki durum da bundan farklı değil olsa gerek.
                Gelelim bu yarım elma ile nasıl gönüller alınır. Artık teknolojiyi  bilerek kullananların sayısının ne kadar azaldığı yadsınamaz bir gerçek. Teknoloji kullanmak için değil, göstermek için alınır olmuş. Aldığı ürünün özelliklerini bile bilmeden herkes alıyor diye, en iyisi bu diye, en güzeli bu diye ya da buna benzer sebeplerden dolayı alınır duruma geldiğini düşünürsek ne kadar boş tüketim toplumu olduğumuz görülmektedir.
                Konuştuğumuz ürün Yarım Elma olduğundan dolayı, bunları alanların ne içindeki işlemcisine, ne ram miktarına, ne kullanılan çözünürlüğüne  ya da PPI’ına (Pixels per inch) ya da ne bileyim başka özelliğine bakar olmuşlar. Önemli olan bilinçsizce söylenen ama değeri olmayan megapixel miktarına bakar olmuşlar. Amaç ,burada bu denilenlerin hiçbir analizi yapılmadan işin ucu Yarım Elma olduğundan alınır olmuş.
                Bundan belli bir zaman önce harbiden de denilebilirdi ki Yarım Elma piyasadaki en iyi üründü; ama şimdi durum böyle değil. Piyasadaki en iyi ürün o olmayabilir, rakipleri de çok iyi ürünler çıkarıyor. Gelgelelim iş ürünün çok iyi olması mı? Yarım Elma 4s çıktığında, Yarım Elma 4’ten çok çok fazla sattı , hiçbir farkı olmamasına rağmen. Görüldüğü üzere özellikler değil; kendini sattırması, kendini göstermesi olmuş durumda.
                Yarım Elma, dünyanın gönlünü fethetmiş, herkes ondan alır olmuş. Bunu alanlarda, başka gönülleri fethetme gibi bekleyişleri olanlar da var. Bir kız çevresinde “Sen de mi  Yarım Elma aldın?” “Aaa sende Yarım Elma mı vardı?” gibi benzer tabirleri duymak için cebinde parası kalmasa bile onu alabilecek kızlar var. Erkekler için de şöyle masaya koyup ters çevirerek Yarım Elma şovu yaparcasına    oturmak  ya da bir yerde Yarım Elma tabletini çıkartmak  ya da Yarım Elma prosunu çıkartıp takılmak onu çok cool yapabilir. Ya da ayna karşısında Yarım Elma ile çekilip elinde Yarım Elma belli o resimleri nete koymak. Yarım Elma ‘yı kullanım amaçlarını insanların  kapasitesi ölçüsünde genişletebiliriz. Yani bunu hayal dünyası içinde kullanan çok insan var. Ne derecede kullanıldığı önemli değil, maksat Yarım Elma ‘nın senin yanında  olması gibi sanki. (Bu yöntemler ne kadar saçma gelse de yapan insanların hiç de yadsınamayacak derecede olduğu aşikardır.)
                Yarım elma, gönül alma atasözünün gereği ufacık bir hediye alma gönülleri fethetmeye yeter sözü artık gerçek olmuş gibi duruyor. Eğer  ki hediye alacaksan bir Yarım Elma aldığında gönülleri alıp fethetmen çok kolay oluyor sanırım. Çünkü aldığın şey çok değerli durumda gözüküyor. Ona çok değer verdiğin manası çıkarılıyor. O kadar bağımlısı olunmuş ki standart fiyatları da olsa Türkiye ‘de o kadar talep olduğundan fiyatları en pahalı ürünler katagorisinde duruyor. Ne kadarda haddinden fazla pahalı olsa da, alan çok olduğundan hiçbir sorun yok gibi duruyor. Ee bu durumda da bi Yarım Elma alıp gönül alamamak olur mu?
Her ne kadar gösteriş maksatlı olsa da, çalışma performansı olarak hala çok iyi olsa da, bunu bilerek alan sayısı çok az olduğundan Steve Jobs atasözünce tüm insanların gönlünü almış gözüküyor. İnsanlar da çevrelerindekilerin gönüllerini alma yolunda Yarım Elma alma yarışında gözüküyor. Teknoloji gelişip yarım elma gönül alma sözü böyle yorumlanabilir miydi bilmem; ama şuan yaşanan durum sanki bu gibi gözüküyor.

                NOT: Bana da hediye olarak Yarım Elma alıp gönlümü alabilirsiniz. J

Devamını oku ...

6 Ocak 2013 Pazar

GERÇEKLER


           Sosyal medya denilen karışık ve kocaman dünya o kadar çöplük durumuna gelmişki artık insanlara elma ile armudu kıyaslatabiliyor. Neden? Çünkü yazılan, paylaşılan, beğenilen şeyler üzerinde hiç düşünme diye bir olay kalmamış. Ortada elma ile armut var bunlar kıyaslanıyor ama neden diyen yok. Orada üç beş resim koyuyorsun sonra gaza gelip evet aynen böyle deyip geçiyorsun. 
                Evet son zamanlarda paylaşılan sosyal medyada dolaşan bir söylem üzerine konuşalım. “BİR KADINI DÖVEBİLİR HATTA ÖLDÜREBİLİRSİN. AMA ÖPERSEN TOPLUM BUNA TEPKİ GÖSTERİR. ÇÜNKÜ DEĞERLERİ OLAN BİR TOPLUMUZ.” Aslına bakılırsa çok güzel denilmiş ama burada durumlar tamamen farklıdır. Kesinlikle kadınlara el kalkmamalı ve buna buradaki paylaşım yapan insanların genelinin de katılıdığı kanaatindeyim.
                O kadar yalan dolan bir dünyada yaşar olmuşuz ki artık neyin doğru neyin gerçek olduğunu bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Artık dilencilerin bile dilenci olmadığı kimin muhtaç olduğunu bilemediğimiz dünyada yaşar olmuşuz. Sahtekarlar yüzünden gerçek muhtaçlar göz ardında kalıyor. Evet sokak ortasında bir olay var ortada bir kadın belki dövülüyor belki linç ediliyor. Belki bıçakla kovalanıyor. Tamda yukarıda yazan olaya uygun bi durum sanki ama şöyle bir durum var ki insanlar artık gerçek mi düzenbazlık mı olduğunu anlayamıyor. Düşünün ki böyle bir durumda ayırmaya gittiniz (cesaret edip gidemezsiniz de) olay bir düzmece ise o an soyuldunuz gitti paranız. Sonra aynı olayı bir daha gördünüz ne kadar gidip kendinizi feda edebilirsiniz? Sadece bu durum kadınlarda böyle değildir. Sokak ortasında kavga eden erkekleri bile, birbirini öldüreni bile kimse ayırmıyor.
                Olaya bir başka açıdan bakacak olursak yukarıda yazdığımız gibi görünen olaya kaç kişi müdahale eder ki? Ortada bir cinnet durumu var elinde bıçak, silah veya darp yapmaya yarayacak silahı olan bir insandan söz ediyoruz. Kaç kişi kurtarmaya cesaret edebilir ki? Ortada kendi canı da söz konusu olacak. Polis bile aval aval bakarken toplum nasıl müdahale edebilsin. Misal bir olayı anlatayım.
                Liseye gittiğim zamanlarda annemle gezerken ana yoldan geçen iki araba birbirine vurarak gidiyordu. Tıpkı aksiyon filmlerinde ki gibi. Sonra öndeki araba ara sokakta ağaca çarparak durdu. Arkadaki araçtan birkaç kişi çıktı sonra silahlı çatışma çıktı. Sonra oradaki iki kişi kavgaya giriştiler. Ortada bir silah, iki kişi yerde yuvarlanıyor ve bir can söz konusuydu. Burada yazdıklarım çok hızlı gelişti. O anda belki yüz metre ileride karakol vardı koşarak gittim polise dedim ki iki insan silahlı kavga ediyorlar silahla birisi vurulabilir koş. Sanki ortada hiçbir olay yokmuş gibi sakin bir eda ile “tamam. Gider bakarız ilk önce çatışma bitsin sonra bakarız” dedi. Sakin sakin olay yerine yürüdük ben o kadar panikli iken.  Olay bitti geçti orada ağacın arkasındaki birisi kaza kurşunu olarak bacağından vuruldu. Buradaki durum iki erkek arasında ama kadın olsa da fark eder mi polis bile aval aval bakarken toplum nasıl cesaret edebilir sizce? Saklanmaya çalışan insan bile vurulmuşken. Şurada paylaşım yapan insanlara soruyorum ki kaçınız cesaret edip gidersiniz oraya o olaya tepki göstermeye yada kurtarmaya. Evet şimdi sesler yükselecek gideriz öyle bişey olduğunda kurtarırız tabi denilsede olayı gördüğü zaman iş geçeğe bindiği zaman ortada kimse kalmaz.
                Bir de tepki gösterdiğimiz diğer olaya bakalım. Sokakta iki genç öpüşüyor. İlk olarak ortada sadece kıza tepki gösterilmiyor. Burada tepkiyi kızda erkekde alıyor. Yani bakarsanız direk kızla alakalı bir durum değil. İkinci olarak sosyal medyada dolaşan bunları paylaşan beğenen kişilere sormak lazım. Yolda giderken öpüşen bir çift gördünüz, yada bir cafede ailenizle otururken bir çift yanınınzda öpüşmeye başladı vs.. ne dersiniz? “aaa ne güzel çift”, “ne güzel de öpüşüyorlar”, “keşke benimde öpüşebileceğim biri olsaydı”,  “çok yakışıyorlar birine nede güzeller” gibi sözleri mi ederiz ki acaba. Hiç sanmıyorum. Tamam karışılmasa bile görüldüğünde burada öpüşmenin ne manası var insanların içinde denilir. Bunu burada paylaşım yapan insanlar gördüğü durumda da aynı şeyleri söylüyordur. Halk arasındaki tabirle “aile var. Eviniz yokmu sizin” gibi söylemler. Burada insanların yarısı karşıdır, yarısı aman öpüşsünler ne oluyor sanki diyordur.  
                Özetleyecek olursak ortada bir elma ile armudu kıyaslama söz konusudur. İlk cümlede denilen olaya polis bile müdahil olamazken toplum ya karışmak istemez ya da karışmak istese bile ortada bir silah olduğundan cesaret edemez. Tabii ortada bu olayların yaşanmasını kimse istemiyor halkı koruyacak bir polis varken elinde bir tek cesaret ile ne kadar ayırmaya çalışabilirsiniz ki? Anlattığım olayda ki gibi saklanmaya çalışan insan bile vurulmuşken orada ölme uğruna kaç kişi gidebilir ki? İkinci öpüşme olayına gelecek olursak her ne kadar herkes yapsınlar desede gördüğü zaman aleni yapılmasından hoşnut olmuyordur. Belli bir tepkisi vardır gerek dışsal olarak gerek içsel olarak bir hoşnutsuzluk söz konusudur. Ufacık çocuğu olan ve bu olaya bir şey demeyen birisi bir aile ortamında diğer masada öpüşen bir çift görse çocuğu da görse çok da hoş karşılayacağını sanmıyorum. Sonuç olarak bunları kıyaslamak doğru değil. Ve bir kıyas ölçütü değildir.
                Toplum ne kadar tepki gösterirse göstersin bazı şeyler ne değişiyor nede düzeliyor. Herşey gün geçtikçe daha da kötüye gidiyor. Ortada sokaklarda linç edilen sadece kadın değil. Kadın erkek fark etmeksizin artık sokaklarda insanlar öldürülebiliyor ki kimsenin değeri kalmamış. Sadece tek sorunumuz öpüşmek olsa keşke… Canımız, cananımız, sevdiklerimiz, insanlarımız sokakta sepepsiz yere öldürülebiliyorken tek sorun keşke öpüşmek olsa…
               



Devamını oku ...

3 Ocak 2013 Perşembe

ZAMAN



Zaman o kadar hızlı akıyor ki, geride bıraktıklarınızı dün gibi hatırladığımız halde seneler geçtiğini çok sonralar anlayabiliyorsunuz. Bu akan zamana şöyle geriye doğru bakınca neler yaşadıklarımız bir film sahnesi gibidir. Çok eskiye gittiğimizde ise bir çok şeyi hatırlayamayabiliyoruz, eski film şeridinin yıpranması gibi sahneler gözümüzün önüne gelemeyebiliyor ama bazı olaylar vardır ki seneler geçse mezara da gidiyor olsan o sahneler sürekli göz önündedir hiç unutmayız. O kadar güzel koruruz zihnimizde o zaman dilimlerini.
Hadi biraz geriye gidelim….
Her şey 22 yıl önce sıcak bir yaz gününde temmuzun son günlerinde yaşanıyor. Ben o zaman sarı başlı yaramaz bir çocuğum. Daha 4 yaşındayım. Sabah kalkıp az yırtık, az yamalı rengârenk bir şort giydim temiz miydi değimliydi belli değildi. Temiz olsa bile akşama kadar nasıl olsa kir, pas, çamur ne varsa üstünde olacaktı. Üstüme de atlete benzer askılı kollu gibi bişey giydim. Yine yaramazlık için dışarı çıktım.
Vakit öğlen oldu. Annemi taksiye bindirdiler annem sancılar içinde babam ile taksiye binip yola çıktılar. Anneme ne olmuştu bilemedim ben. Beni bir ağlamak tuttu ve evİmizin köşesinde o eski yeşil telefon direklerinin yanında oturup annemin yolunu bekler oldum. Komşumuz Huriye ablanın kızı bana ablalık ediyor beni teselli ediyordu. Bana göre de annemin hastalığı o kadar kötüydü ki bizim oradaki hastaneye değil de başka bir hastaneye taa Soma’ya götürmüşlerdi. Sürekli yola bakıyor sürekli annemi düşünüyordum. Huriye ablanın kızı da bana avunsun diye bana bonibon, çubuk kraker gibi şeyler alıyordu. Çocuk aklımla onları yiyorum ama aklım hala yolda. Gel oğlum içeri geçelim hava sıcak deseler de yok ben yolda bekliyorum hala annemi…
Babamı gördüm. Hızlı adımlarla eve doğru geliyordu. Gördüm baba anneme ne oldu diye soramadan hemen eve girip bir ufak battaniye alıp tekrar hastaneye doğru yola çıktı. Ben hala olayları anlamamakta ısrarlı gibiydim aklımda sadece annem vardı.
Çocuk aklımla annemi o sıcakta bekledim, orada yandım sıcak geçti belki başıma ama anneme bişey oldu düşüncesi ile bekledim. Annem, babam yoldan geliyordu. Ama ortada garip bir durum vardı. Annemin elinde başka bir şey daha vardı ellerinin üstünde battaniyenin içinde önemli bir şey olmalı ki koruyarak geliyordu. Eve girdik annemi takip ettim annem hasta değil yüzü gülüyordu. Babamda aynıydı. Battaniyeyi açtılar ortada hamur yumağına benzer, top gibi bir şey vardı az da siyah tüylere benzer bişey vardı. O kadar sevimli bişeydi ki bir anda yüzümde gülümse olmuştu. Bu miniminnacık bir bebek vardı ve o bebek benim kardeşimdi. O bebek Ebru’ydu.
Temmuzun o sıcağında, temmuz ayının sonunda hayatıma böyle giren bir kardeşim oldu. Kıskanmak ne kelime ona sımsıkı sarıldım. Sanki ben çok büyükmüşüm de, o benim çocuğummuş gibi bakmaya başladığım ufak bir bebekti benim için. Hayatıma öyle bir girmişti ki hayatım değişti. sevgiyi onda buldum. Ona sevgi verdim. Evimde benim için neşe kaynağımdı. okula başladım okuldan geldiğimde evde vakit geçirecek ufaklık vardı. Seneler böylece ilerledi gitti…..
Senelerce hep korudum kolladım. Her derdine destek olmak istedim. Yaptım mı yapamadım mı bilemiyorum ama ona ne kadar değer versem de benim gözümde hep değer kazandı. Hep benim gözümde minik kardeşim oldu.
Bugün tam 22 sene oldu. Tam 22 sene önce bugün bir bebek doğdu. Tam 22 sene önce benim hayat kaynağım doğdu. O gün bana neşe geldi, huzur geldi. Derdi de benim oldu sevinci de benim oldu. Dün gibi hatırladığım günlerin en başında bugün var sanırım. En eski hafızamın gülü sensin canım kardeşim. O gün iyi ki doğmuşsun iyi ki hayatıma girmişsin. Doğum günün kutlu olsun canım kardeşim. İyi ki varsın ve iyi ki hayatımdasın.




Sevgili Kardeşim Ebru Dündar için yazılmıştır.
Devamını oku ...

ÖNYARGI

Yükseklerden damla damla akan su taş üstünde senfoni kadar güzel sesler çıkarır. O kadar yumuşak dokunuşlarla vurur taşın üstüne. Taşa ben geldim aç bağrını der gibi. Taş inatla o güzelliğin içine girmesine asla izin vermez ama su dirayetli bir şekilde azimle akmaya devam eder. Bir zaman gelir ve taşın direnci kalmaz ve taşda oyuklar oluşmaya başlar. En sert gibi görünen taş bile yumuşacık suyun ısrarlarına dayanamaz. Bir de insanoğlu var topraktan yaratılma ama benimsenmiş düşünceler ne kadarda zor değişir onlarda hiç bilinmez. Su bile kayayı delip geçebiliyorken, insanoğlunda önyargıyı kırabilecek hiçbir şey yoktur.
Zamanında yaşanmış önyargılı davranmanın çok örnekleri vardır. Hatta herkes tarafından bilinen yüce olarak gördüğümüz insanlar için bile gün gelmiş önyargı ile yaklaşılmıştır. Bize Mevlana denildiğinde aklımıza zerre kadar kötülüğün gelmeyeceği kişilik olarak bilmez miyiz? Hoşgörü de en üst noktaya ulaşmaya çalışmamış mıdır? O zamanlar halkın en söz dinlediği ulema zatlardan olan Mevlana hakkında bile önyargılı davranılmamış mıdır yeri geldiğinde…
Şems bir gün Mevlana’ya “Sille’ye gideceksin gündüz vakti bir rum şaraphanesinden bir testi şarap alıp getireceksin” demiştir. Mevlana güpegündüz bir rum şaraphanesinden bir testi şarap alıp yola çıkar. Şarap testisi her testi gibi aynı da değildir. Herkes onun nasıl bir şey olduğunu bilir. Şekli gösterişi bütün testilerden farklıdır. Mevlana sırtına aldığı testinin ağırlığı, o günün açık ve sıcak oluşundan dolayı terleye terleye dergaha doğru gitmektedir.
Her yer insan kaynıyordu. Nerdeyse bütün herkes dışarıda idi çoluk çocuk herkes geziyordu ama bir anda gördüklerine inanamadılar. Bunca yıldır kendilerine vaaz eden, onlara ilim öğretip alim olarak bildikleri insan sırtında bir testi şarap almış gidiyor. Sessiz düşünenler sessizce içinden laflarını söylerken içindekileri dışarı vuranlar da vardı:
-koca Mevlana’nın düştüğü hallere bak.
-Kıyamet yaklaştı demektir Mevlana sırtında şarap taşıyor.
-Yuh artık.
-Bu ne biçim Müslüman.
…..
Mevlana denilenlere aldırmadan yoluna devam etmekteydi. Şems onu dergahta bekliyordu. Yanında da birkaç derviş daha Mevlana’yı bekliyorlardı. Mevlana harap ve bitap bir şekilde dergaha varmıştı ki bir açıklama bekleyen mahşeri bir kalabalık vardı. Mevlana testiyi hala tutarken Şems testiyi alıp taşın tepesine çıkarak halka hitaben:
“siz buraya Mevlana’nın arkasından gelip nasıl olurda bir arif bir zat sırtında şarap taşır diye yuhlamaya, hakaret etmeye geldiniz değil mi. Siz şekli Müslümancısınız. Sizin için arif denilen insan teşbih, cübbe ve sakallı olmalı. Bugün kaybeden konya oldu kazanan Mevlana oldu. Mevlana’nın şarap taşıdığına hükmettiniz. Alın şarabı zıkkımlanın.” Testiyi baş aşağıya devirip döktüğünde içinden akan sadece süt olmuştur.
Senlerce vaaz veren, sohbetler yapan, ilmihal öğreten bir insan Mevlana. Bütün halk severken ufak bir görüntü ile ona bile ne kadar önyargılı davranıp arkasından onca söz etmiştir. Bu devirde Mevlana bulmak zor belki ama her insan için önyargılı bakılmamalı. Her insanı görünüşüne göre, yaptıklarına göre değerlendirmemeliyiz.
Sakallı, uzun saçlı, küpeli bir gence büyükler züppe der. Eğer bu kişi köy gibi bir yere gitse sadece ona laf atmakla kalmazlar annesine babasına da bir sürü laf söylerler. Bu baskılar yüzünden anne baba bir yere gitmeden millet laf edecek diye evlatlarına kendine çeki düzen ver demezler mi. Azıcık dekolteli gibi gözüken elbiseli bir kız büyükler baktığında o kız iyi bir kız değildir. Takım elbiseli olarak gezen başkadır insanların gözünde. Cami’ye giden bambaşkadır. Öğlen oraya takılan başkadır, buraya takılan böyledir. Ne güzelde sınıflama yapmışız değil mi? Halbuki durum her zaman böylemidir? Sadece giyim ve yaptıklarına göre mi önyargılı davranıyoruz insanlara. Doğuluya kürt, İzmirliye gavur, Karadenizliye laz, oraya şu buraya bu tipte insan demiyor muyuz? …
Her doğulu insana kürt demek, anarşist demek ne derece doğrudur? Nice insanlar vardır oradan çıkan âlim olacak, kendi çevrendeki arkadaşlarından çok sana sahip çıkacak, ülkesine canını veren tipler. Nice insanlar vardır ki kendi evladı pkkya karıştığı halde dağdan evladı inse evine almayan insanlar var. Sen bu insanı ne diye ayırıp ayrı gözle bakarsın. Niceleri vardır ki çoğu memleket sevdalısı olarak gözüken insandan daha çok sahip çıkar vatanına. Konumuzda bu değil mi zaten. Vatansever olarak gözükenler bir anda arkada gözükmeyenlerde bir anda önde olabiliyor. İzmir dedik hepsi mi öyledir. Yok mudur içinde kötüsü iyisi. Konya Mevlana kentidir. Kütahya tutucudur belki ama oralarda hiç mi kötü insan yoktur. Hemen kimin nereli olduğunu duysak arkasından hemen etiketi gelir.
Sakallı, uzun saçlı, küpeli bir gence züppe demek ne derece doğrudur. O görünümüne göre bakıp laf söylediğimiz tiplerden niceleri namaz vakti gelip arkadaşlarını toplayıp camiye götürüp namaz kıldırır, imamlık yapar. Halk arasında bakarsın örtülü eli yüzü gözükmez ne güzel kız, ne ahlaklı, annesi babası ne güzel yetiştirmiş derler ama yemediği nane yoktur. Şimdi burada kim ahlaklı, kim ahlaksız? Neye göre kıyaslama yapacağız?
Kim iyi, kim kötü, kim ahlaklı, kim terbiyesiz, kim alim, kim kafir kimse bilemez. Her görülene itibar edilemez. Kimse hakkında kötü düşünmemek lazım belki o an başka bir olaya şahitlik ediliyordur. Tıpkı Mevlana’nın olayındaki gibi. Kimseye önyargı ile yaklaşmamak lazım bazen her şey göründüğü gibi değildir. Hüsnü zan etmek varken ne diye suizan edelim…
Devamını oku ...